14 Ocak 2025

Suriye iç savaşı sonrası Türkiye dış politikası: Quo vadis? - II

Dış politikada hâkim olan kriz yönetimi, 'al- ver' mantığı ve güvenlikçi paradigma yerini akılcı ve uzun vadeli hedeflerle içinde tehdit, savaş, şiddet olmayan yeni bir anlayışa bırakabilir mi?

***

TIKLAYIN | Suriye iç savaşı sonrası Türkiye dış politikası: Quo vadis? - I

Yazının ilk bölümünde tartışıldığı üzere Suriye iç savaşının sonlanma biçimi 2010’lardan bu yana Türk dış politikasının dayandırıldığı Batı-sonrası dünya varsayımının bir şekilde revize edilmesini gerektiriyor. Rusya ve İran’ın askerî ve ekonomik olarak toparlanmalarının epey zaman alacak olması, dolayısıyla orta vadede ABD’ye rakip olabilecek, onu sınırlayabilecek bir güç eksenine dâhil olmalarının zorluğu bu durumu netleştiriyor. Çin ise uzun zamandır dikkatli bir şekilde ABD ve genel olarak Batı’ya karşı küresel bir siyasî güç projeksiyonu yapmamaya özen gösteriyor. Dahası Trump’ın yeni dış politika gündeminin Çin açısından da beklenmedik sorunlar doğurması oldukça mümkün. Peki, Batı-sonrası dünya varsayımının dış politika için anlamlı bir çerçeve olmaktan çıkması ne demek ve mevcut hükûmet bunu kabullenir mi?

Bu soruya olumlu bir yanıt vermek pek mümkün değil. Çünkü AKP liderliği ve kadroları için Batı-sonrası dünya iddiası bir realite olmaktan çok bir ideoloji. Oldukça güçlü bir şekilde hem iç hem de dış politikada büyük güçlere meydan okuyan, son derece etkili bir söylem olarak yıllarca kullanıldı; halen de kullanılıyor. Bir yandan iç siyasetin güvenlikçi bir anlayışla kurgulanmasına zemin sağlarken diğer yandan da dış politikada benimsenen aşırı pragmatizm, kriz yönetimi ve 'al-ver' mantığının meşrulaştırılmasına hizmet ediyor. Batı-sonrası dünya şekillenirken ortaya çıkan belirsizliklerin, Türkiye’nin uzun vadeli bir dış politika kurgulamasına bir engel oluşturduğu; geleneksel Batı yönelimli dış politikanın Türkiye’ye bir şey kazandırmadığı; AB üyeliği hedefinin ise ayak bağından başka bir şey olmadığı gibi tezler uzun zamandır bu çerçevede haklı ve makul gösteriliyor. Ancak bu yeni dünyada AKP’nin somut hedeflerinin ne olduğu, bu hedeflerin uzun vadede ülke insanının refah ve güvenliği için hangi istikrarlı kazanımları getireceği sorularının belirli bir yanıtı yok. Dolayısıyla Batı-sonrası dünya varsayımı, yeni güç merkezlerinin ortaya çıktığı iddiasının ötesine geçemeyen, ideolojik ve son tahlilde içi boş bir çerçeve. Orta Doğu’da ve küresel düzlemde ortaya çıkan yeni belirsizlikler de bu özünde boş çerçeveyi daha anlamsız hale getiriyor.

Elbette ki küresel siyasete devlet merkezli bir açıdan bakıldığında, Batı- sonrası bir dünyaya geçişe dair güçlü göstergeler epeydir var. Ancak böyle bir dönüşümün kolay olmayacağı, ABD’nin yerleşik nizamının mevcut hegemonik düzeni korumak için uzun vadeli stratejiler oluşturduğu, devletlerden çok küresel düzlemde işleyen kapsayıcı bir kapitalist çıkarlar ağının Trump liderliği altında bu stratejileri dikkate alan ve almayan pek çok istikrarsızlığı yaratabileceği ve yeni dönemi iyice karmaşıklaştıracağına dair tartışmalar devam etmekte. Diğer yandan Batı ittifakı da epeydir Soğuk Savaş dönemi, hatta 2010’lara kadarki Batı ittifakı değil. Trump’ın 2008 krizini atlatamamış bir dünyada Transatlantik ilişkileri dönüştürme hevesi ve atabileceği istikrarsızlaştırıcı adımlar Batı ittifakının geleceğine dair soru işaretlerini de arttırıyor. Bu durumda altı çizilmesi gereken husus şu: Aslında Türkiye’nin Suriye ya da bölge sorunları açısından değil, öncelikle kendi geleceği açısından Batı ittifakı içindeki gelişmeleri dikkatle takip etmesi ve oldukça ihmal ettiği bu ilişkilere dair orta ve uzun vadeli akılcı bir politika çerçevesi ve somut hedefler belirlemesi büyük önem taşıyor. Bugün Türkiye için Orta Doğu’da üstleneceği rolden daha önemli olan mesele, Ankara’nın Batı ile ilişkilerde Trump’la hiçbir istikrar vadetmeyen iş birliklerini mi önceleyeceği yoksa Avrupalı müttefiklerinin neredeyse hepsiyle sarsılmış, güven zeminini kaybetmiş ilişkilerini toparlamaya mı yöneleceği. Bu sorunun yanıtına dair hükûmetin nasıl bir anlayış içersinde olduğuna dair pek bir bilgimiz yok çünkü hiçbir özel açıklama ve somut eylem hazırlığı görmüyoruz. Ama tahmin etmek çok da zor değil.

Türkiye’nin Batı dünyası ile ilişkilerinin tüm boyutlarını bu yazıda ele almak mümkün değil ama şu açık: Küresel siyasette bir dönemin kapandığını düşündüren son gelişmeler, son tahlilde hükûmeti hiç olmadığı kadar ABD/ Batı odaklı bir pozisyona itecek gibi görünüyor. Bunu söylem düzeyinde göremesek de aynı Trump’ın ilk başkanlık döneminde gördüğümüz gibi kimi zaman ağır baskılar altında, kimi zaman da Erdoğan-Trump dostluğu (?) çerçevesinde Ankara’nın ABD ile uyumlu davrandığı bir tablonun ortaya çıkması muhtemel. Daha da netleştirirsek, yazının ilk bölümünde vurgulandığı gibi hükûmet Orta Doğu’da Trump’ın İsrail’in güvenliği ile ilgili beklenmedik tercihleriyle karşı karşıya kalabilir. Dış politikada eğer pragmatizm ve 'al-ver'ci tutum geçerli olmaya devam ederse Türkiye’nin IŞİD’le mücadelede sorumluluk üstlenmesi, karşılığında PYD/SDG’ye karşı siyasî etki ve Suriye’nin yeniden inşasında sınırlı ekonomik kazanımlar talep etmesi beklenebilir. Peki Türkiye için seçenekler bu kadar az mı? Elbette hükûmet bundan kaçınabilir. Ancak bu, Suriye’de şu ana kadar elde ettiği etki olanağını kaybetmesi ve Suriye’nin imarında esas rolü oynayacak Körfez ve AB ülkeleri karşısında kaçınılmaz bir şekilde geri plana düşmesi demektir ki hükûmet bunu hiç bir şekilde istemez. Dolayısıyla önümüzdeki sorun Türkiye’nin dış politikasını Batı sonrası dünya varsayımıyla neredeyse münhasıran Orta Doğu’ya kilitlemeye devam etmesi, yeni bir dönemin başladığını görmekten, Batı ile ilişkileri yeniden ele alarak uzun vadeli, toplumun refah ve güvenliğini garantileyen bir dış politika yönelimi tanımlamaktan kaçınmaya devam etmesidir. Dışişleri Bakanı’nın ‘‘Suriye’de hikayemiz yeni başlıyor.’’ ifadesi yakın vadedeki tercihin bu olduğunun bir göstergesidir.

Batı ile ilişkilerin yeni bir perspektifle ele alınması neden önemlidir?

Çünkü bu aslında hükûmetin ana önceliği olan, Suriye’deki etkisini koruma ve arttırma amacı için bile elzemdir. Suriye’nin imarı için Roma’da 9-11 Ocak’ta yapılan; ABD, Fransa, İngiltere, Almanya ve İtalya Dışişleri Bakanları ile AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi’nin katıldığı konferansa Türkiye davet edilmedi. Batı ülkelerinin yeni Şam yönetimiyle ilişkilerini koordine ederlerken bölgedeki müttefikleri ve sürecin başat aktörü Türkiye ile görüşmemeleri pek olağan bir durum sayılamaz. Bu açık dışlamanın bu ülkelerin hepsiyle ama özellikle de AB ile ilişkilerin oldukça ihmal edilmiş ve sorunlu olmasıyla doğrudan ilgili olduğunu görmek gerekir. Hükûmetin yıllardır AB ile göç anlaşmasını iş birliğinden çıkarıp basit bir pazarlığa çevirmesi, anımsayacak olursak sürekli kapıları açmaktan bahsetmesi ve hatta açması, Türkiye’de unutulmuşsa da Avrupalı liderlerin zihninde oldukça canlıdır. AB ile üyelik müzakerelerini rafa kaldıran sıkıntıların ortaya çıkmasının, yönetil(e)memesinin ve nihâyet müzakerelerin donmasının tek müsebbibi AB değildir. 2015’ten itibaren Türkiye’nin zaten sorunlu olan demokrasisini hızla gerileten sadece AB ile değil, kurucusu olduğu Avrupa Konseyi ile de ilişkileri hiçbir şekilde önemsemeyen, Avrupa ile ilişkilerin her düzlemini sürekli bir pazarlık mantığı içinde tutarken Batı karşıtlığını içerdeki otoriter popülist söylemlerinin ana unsuru yapan ve toplumun Avrupa ile sosyo-kültürel bağlarını sürekli zayıflatmaya çalışan bir siyaset söz konusudur. Bu siyaset bugün Ankara’nın Suriye’de yazmayı planladığı hikayenin de önünde bir engeldir aslında. Batı ile ilişkileri bu kadar sorunlu ve yüzeyselleşmiş bir Türkiye, Suriye’de etki sahibi olmaya çalışabilir ancak nüfuz sahibi olamaz. Bir bütün olarak Batı ile ilişkilerindeki belirsizlikler Türkiye’nin bundan sonra da Suriye’deki konumunu doğrudan belirleyecektir.

Bu noktada aslında Türkiye’nin yararına olan bir tablo karşımıza çıkıyor. Türkiye, Suriye’ye yeterince kaynak ve enerji harcadı. Bundan sonra SDG’nin siyasî konumunun Ankara’nın kabul edebileceği bir çerçevede belirlenmesi, Suriye’nin inşasında bazı ekonomik kazanımların sağlanması ve sınır güvenliği ile göçmenlerin dönüşü için gerekli idarî, askerî angajmanlarla dış politikayı yıllardır adeta kilitleyen bu sayfanın kapatılması da bir seçenek. Çünkü yazının ilk bölümünde vurgulandığı gibi Suriye’nin yeni ekonomik ve siyasî yapısının esas olarak Batı desteğine muhtaç HTŞ ile Kürtler arasında, İsrail ve ABD yönetiminin beklentilerinin maksimize edileceği bir anlaşmayla belirleneceğini görüyoruz. Hikayenin bu şekilde yazılıp hikaye olarak bırakılması, sonu belirsiz bir romana dönüşmemesi, tersine Türkiye’nin kendi ekonomik refah ve güvenliğini uzun vadede güvence altına alacak yeni bir roman yazmaya odaklanması aslında mümkün. Bu romanın ana fikri de Türkiye’nin sadece bir Orta Doğu ülkesi olmadığının, aynı zamanda bir Avrupa ülkesi olduğunun kabulünden geçiyor. Bunun için gereken tek şey siyasî irade ve elbette farklı bir bakış açısı.

Batı ile ilişkileri toparlamaya nereden başlanmalı?

Bu sorunun yanıtı da sanıldığından daha basit. Eğer amaç içeride ve dışarıda güvenlikçi paradigmadan refah odaklı bir paradigmaya geçişse içeride geniş çaplı demokratikleşme ve akılcı bir ekonomik planlamayla birlikte, dışarıda da bu sürece destek alabileceğiniz yapı ve aktörlerle ilişkileri tekrar istikrarlı bir düzeneğe yerleştirmek izlenecek yol haritasıdır. Türkiye’nin AB’den sürekli para almak ya da hiç de gerçekçi olmayan bir vize serbestisi beklentisi için bir koza çevirdiği Göç Bildirgesi, aslında Gümrük Birliği’nin (GB) yenilenmesine açık referans verir. Dolayısıyla Türkiye-AB ilişkilerinde müzakereler dondurulmuş olsa dahi sürecin yeniden canlandırılabilmesi için kullanılabilecek yollar var ve hedefin AB üyeliği olması da şart değil. GB’nin yenilenmesi, hizmet ticareti, kamu alımları ve tarım alanında serbestleşme, Avrupa'yla ticaretin kural temelli olarak canlandırılması, genel olarak AB ile ilişkilerin canlanması için iyi bir ilk adım olur. Bu çabalar hükûmetin on yıllardır önceliği olan kısa vadede hızlı para girişi sağlamaz ancak orta ve uzun vadede ekonomide kurumsal kapasitenin artması, farklı sektörlerde üretim kalitesinin ve istihdamın artması gibi sonuçları akılcı bir ekonomi yönetimin gerçek hedefleridir.

Sonuç olarak Suriye iç savaşının ardından toplumun refah ve güvenliğini temel alan bir dış politika dönemine geçilecekse ilk yapılması gereken şey AB kurumları ile yeni bir siyasî diyalog kurmak ve başka bir ülkenin yeniden imarına değil, Türkiye’nin AB sürecinden elde edebileceği yararlara odaklanmaktır. Bu süreç içerde demokratikleşmeyi elzem kılacağı için Kürt meselesinin jeopolitik zorunluluklarla ve güç ilişkileri düzleminde değil; içeride kurulacak sağlıklı bir diyalogla, kalıcı olarak çözülmesi de mümkün olabilir. AB’nin Türkiye’ye karşı tutumunun adil ve eşitlikçi olmadığı yadsınamaz ancak mesele kendi toplumsal düzeninizin iyileştirilmesiyse Avrupa ve Batı siyasetinin içinde bulunduğu mevcut durumu veri almamak gerekiyor. Çünkü mesele Batı’nın ikiyüzlülüğü veya kötücüllüğü değil. Mesele bugünkü toplum ve gelecek nesiller için nasıl bir düzen istenildiği; bu düzenin illa AB referansıyla kurulması da gerekmiyor. Peki, dış politikada hâkim olan kriz yönetimi, 'al- ver' mantığı ve güvenlikçi paradigma yerini akılcı ve uzun vadeli hedeflerle içinde tehdit, savaş, şiddet olmayan yeni bir anlayışa bırakabilir mi?

Tekrarlayalım, bunun için gereken tek şey siyasî irade ve farklı bir bakış açısı.

Özlem Kaygusuz kimdir?

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi. Lisans ve yüksek lisansını Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde, doktorasını Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü'nde tamamladı.

ABD, Georgetown Üniversitesi (2003-2004) ve Stanford Üniversitesi’nde (2012) doktora sonrası
araştırmalarda bulundu.

Küreselleşme ve Uluslararası Düzen, Eleştirel Güvenlik Çalışmaları, Demokratikleşme, Avrupa Birliği’nde güncel siyaset ve Türkiye-AB İlişkileri konularında lisans ve yüksek lisans düzeyinde dersler veriyor; aynı konularda Türkçe ve İngilizce makale, kitap bölümleri, ulusal ve uluslararası bildirileri bulunuyor.

Son olarak Behlül Özkan’la birlikte derleyici ve yazarı olduğu, İletişim yayınlarından çıkan ‘Devletin Güvenliği Adına: Türkiye’de Milli Güvenlik Siyaseti’ adlı çalışmayı yaptı. 

Yazarın Diğer Yazıları

Suriye iç savaşı sonrası Türkiye dış politikası: Quo vadis? - I

AKP dış politikasının Batı sonrası dünya varsayımının en azından belirli bir süre durakladığı yeni dönem Türkiye açısından hangi acil riskleri barındırıyor ve bunlar hükûmetin pragmatik iş birlikleri ve 'al-ver' mantığı ile aşılabilir mi?

"
"